Ahlâklılığın gerçekleşmesi söz konusu olduğunda Kant için büyük mesele modern toplumda her şeyin alınır ve satılır olmasıdır. Her şeyin ticaret nesnesine dönüştüğü bir durumda çürümeyen hiçbir değer ve hiçbir ilişki kalmaz.
…insanlığa hizmet eden ve insanlığı inşâ eden emek onurlu ve yücedir.
Martin Luther King
Bu yıl Nisan ayında 300. doğum yıldönümünü kutladığımız filozof Immanuel Kant’ın 21. yüzyıl insanlığının büyük problemlerini çözmek için sunduğu bir fikri veya fikirlerinden kazanabileceğimiz bir düşünme ve eylem perspektifi var mıdır? Aksi durumda kutlamalarımız, ne kadar önemli olursa olsun, yalnızca tarihsel bir anma, hatırlama ve hatırlatma olmaktan öteye gitmez.
Ne kaldı Kant’tan? Kant, mekanik bir çağ olarak kabul edilen 18. yüzyılın bir filozofu olarak dijital çağın insanları olarak bize ne söylüyor? Bir filozof olarak Kant, özellikle ahlâklılığın gerçekleşmesi konusundaki düşünceleriyle her zamankinden çok daha güncel ve her zamankinden çok daha çağdaşımızdır. Aynı zamanda Kant, onun Jean-Jacques Rousseau’nun ilk insanlara dair övgülerine ilişkin tavrından da bildiğimiz üzere, insanlığın, mevcut çağda ‘ahlâklı olma yoluna’ girmiş olmasının dışında, tarihte ahlâklı herhangi bir çağdan bahsedilemeyeceğini söyler. Ama ahlâklılık gelecekte kurulabilir. İşte, Kant’ın felsefesinin geleceği ilgilendiren bu yanı bugün her zamankinden daha günceldir. Aşağıda Kant’ın çağımızın en önemli konusu olan ahlâkımızın durumu üzerine, daha açık olarak halimizi kavramak için “insan onuru” hakkında bize söyleyecek çok şeyinin olduğunu göstereceğim.
Çağımızın anlamı
Çağımız büyük keşiflerin, orijinal buluşların yapıldığı bir çağdır. Muhtemelen evrenin 14 milyar yıl önce oluşmaya başladığında olan ilk yıldızların fotoğraflarına ulaştığımız ileri sürülüyor. Türümüzün de atası olduğu sanılan ve “Loki” adı verilen en eski tek hücreli canlının bulunduğu iddia ediliyor. Geçen yüzyılın ‘60’lı yıllarında başlayan uzay macerası artık ‘parayı verenin düdüğü çaldığı’ normal bir seyahate dönüşmüş bulunuyor. İnsanlığın kalıcı iç barışının rüyasını gören Rotterdamlı Erasmus için Yeniçağ bir insanlık çağıdır. Fakat 18. yüzyılda Adam Smith’in türettiği “büyük insanlık toplumu” kavramının bir gün başkaları tarafından da kullanılabileceğini belki akıl bile etmemiştir. Stoacılardan beri rüyalarımızı süsleyen “dünya toplumu” bugün bir gerçek olmuştur. Sıklıkla kendisinden küçümseyerek bahsedilen, fakat insanlığın yansısal ortak bilincinin ortak referans alanı olan “sanal dünya” oluşmuştur. Üretim, diller, kültürler ve halklar insanlık tarihinde görülmediği kadar iç içe geçmiştir. Sadece ülkemizin değil, tüm dünyanın demografik yapısı, “etnik temizlikler” sonucu oluşan gerici “homojen demografi” anlayışlarını ıskartaya çıkaracak şekilde tamamıyla yeniden şekillenmektedir. Dünyada konuşulan farklı diller, toplumsal yaşamın her alanında gözlemlenen gelişmelerin etkisiyle şimdiye kadar tanık olduğumuzdan çok daha kapsamlı ortak bir sözcükler havuzu oluştururken, aynı zamanda dillerde, kendilerine has sistemlerini ve sözcük yapılarını korumakla birlikte, sözcüklerin anlamlarında da giderek artan bir ortaklaşma olduğunu gözlemliyoruz.
Örneğin kendisinde göreliliği en çok barındırdığı kabul edilen ahlâkın bir kavramı olan “erdem” kavramını alalım. Başka dillerde Türkçede erdem sözcüğüne denk gelen sözcükler; örneğin Arapça “fazilet” sözcüğünde olduğu kökeninde ‘seçkin olma’ anlamını içerir; Almanca “Tugend” sözcüğünün kökeninde ‘işe yarama’ (taugen) anlamı vardır; antik Yunanca “aretê” sözcüğü ‘kahraman’ anlamına da gelir; Latince “virtus” sözcüğü öncelikle ‘erkekçe’ anlamına gelir. Nietzsche, kavramın hâlâ bu eskimiş aristokrat erkeği ölçü alan anlamıyla çalışır. Oysa bilebildiğim kadarıyla bugün tüm modern dillerde, Türkçe erdem sözcüğüne denk gelen sözcükler artık, Kant’ın erdem sözcüğüne kazandırdığı, kendi kişiliğinde insanlığı barındırdığı için herkesin kendi ahlâki potansiyellerine dair sahip olduğu “yücelik bilinci” anlamına gelmektedir. Fakat Kant’a göre, bu bir bilinç hâli olmakla kalmamakta, bir tutuma, herkesin kişi olarak kendisine dair sahip olması gereken bu özsaygıya (Selbstschätzung) dönüşmektedir.[1]
Bilebildiğim kadarıyla bugün tüm modern dillerde, Türkçe erdem sözcüğüne denk gelen sözcükler artık, Kant’ın erdem sözcüğüne kazandırdığı, kendi kişiliğinde insanlığı barındırdığı için herkesin kendi ahlâki potansiyellerine dair sahip olduğu “yücelik bilinci” anlamına gelmektedir.
Her şey alınır satılır olmuştur
Fakat diğer taraftan 18. yüzyılın son çeyreğinde Ulusların Zenginliği adlı eserinde modern bir bilim olan Ekonomi Politik’i temellendirirken, ticaret toplumunda insanın varlığını sürdürebilmesi için satacak bir şeylerinin olması gerektiğini söyleyen Smith dahi satılabilir olacak şeylerin, insanın karakterinin ve kişiliğinin taşıyıcı içeriği olan ahlâkı da kapsayacağını rüyasında bile görse inanmazdı. Zira Smith, modern ahlâklılığı temellendirmek amacıyla Ahlâki Duygular Kuramı’nı da yazmıştır. Smith’in “ticaret toplumu” (commercial society) diye adlandırdığı kapitalist toplumun 21. yüzyılın ilk çeyreğinde geldiği aşamada aldığı hale baktığımızda herhangi başka bir eşya gibi insanın kendisi dahi her şeyiyle alınıp satılır olmuştur. Mülkiyet kavramının kaplamı diğer gezegenlere de genişleyip uzaya yayılmıştır.
Artık herkesin kendisine fiyat biçmesi, kendisini satması bir erdem olarak propaganda edilmektedir. Kendisini pazarlamayı bilen insan “akıllı” insan olarak görülmektedir. İnsanlar birbirlerine ‘kendini pazarlamasını bileceksin’ veya ‘kendini satmasını bileceksin’ diye öğütler verir olmuştur. Öyle ki, Karl Marx’ın 1844 El Yazmaları’nda kullandığı bir tabirle belirtecek olursak, para kendisini artık modern çağın gerçek “tanrısı” olarak kanıtlamıştır. Her şey ve herkes paranın çekim gücünün etki alanına girmiş, onun etrafında dönüyor ve ona secde ediyor. Tanrıya en çok tapanlar bile artık önce paraya tapar olmuştur. Artık her şey alınıp satılır olmuştur. Ahlâklılık tamamıyla çürümüştür. Ahlâki bakımdan insanlık, 19. yüzyılın başında Hegel’in bir betimlemesinden esinlenerek söyleyecek olursak, tozun toprağın içinde sürünmektedir. İnsanın zihin gücü dahi ona göre işler olmuş, yani insan parasız ve para dolayısıyla düşünemez olmuştur. Bununla birlikte düşünmek için geliştirdiği zihin gücü neredeyse tamamıyla çökmüştür. İnsan, paraya tapar olması nedeniyle vicdansızlaşmış ve insanlıktan çıkmıştır, hissetme kapasitesini yitiren insan kendi acısını bile duymaz olmuş, vicdanı iyice taşa kesmiştir.
Bir tarafta bilimsel, teknolojik, kültürel gelişmeler ve diğer tarafta her bakımdan gözlemlenen değerler çürümesi. Bu durum özgürlük halimizin çeliştiğini göstermektedir. Bu aynı zamanda ahlâkın geçerliliğinin koşulunun henüz oluşmadığını göstermektedir, çünkü Kant, ahlâk için özgürlük halimizin çelişkili olmaması gerektiğine dikkat çekmiştir.

Kant’ın felsefesinin formel oluşunun anlamı
Kant’ın felsefesi, formel bir felsefe olması bakımından yaygın ve çok ağır bir şekilde eleştirilmiştir. Kant’ı bu bakımdan en çok eleştirenlerden birisi Hegel’dir. Fakat Hegel, örneğin Tinin Fenomenolojisi’ne yazdığı önsözde hakikatin tüm nitelikleri kendisini göstermediği sürece felsefesinin formel olmaktan başka bir şey olamayacağını da kabul eder. Özellikle Almanya’da Kant’ın felsefesinin gerçekleşmesinin koşulları henüz oluşmamıştır.
Kant’ın felsefesinin formel olması, iki bakımdan zorunludur. Modern felsefeyi bir kavramlar sistemi olarak yeniden kurma işine giriştiği için Kant’ın yaklaşımı formel olmak zorundadır. Eş deyişle Kant modern felsefenin bütünlüklü bir kavramlar sistemi olarak kuruluşunun başındadır. Bu bakımdan ortaya koyacağı felsefe sistemi, formel olmaktan başka bir şey olamaz. Fakat bu, formel olarak kurulan felsefenin yadsıması olarak geliştirilecek olan içeriksel bir felsefe sistemi tarafından aşılmasının da önkoşuludur. Kant’ın felsefeyi formel bir felsefe olarak kurgulamak zorunda olmasının diğer nedeni, onun felsefeyi mümkün deneyimin (mögliche Erfahrung) felsefesi, diğer bir deyişle henüz gerçekleşmemiş olan, yani daha gerçekleşecek olan eylemin felsefesi olarak kurgulamış olmasıdır. Onun felsefesinin bu yanı, temellendirdiği modernliğin aynı zamanda eleştirisi olarak alınabilir. Bu bakımdan Kant’ın felsefesi formel olmakla birlikte son derece pratik amaçlıdır, ahlâklı eylemliliği gerekçelendirmeyi ve felsefi olarak mümkün kılmayı amaçlamaktadır.
Kant’ın felsefe sistemi pratik felsefe amaçlıdır
Kant’ın biz 21. yüzyıl insanına yukarıda saydığım konulardan belki de en çok son belirttiğim konuda söyleyecek sözleri vardır. Kant’ı biz, her biri kendi başına yıllarca sabırla sistematik okuma gerektiren birer ağır teorik eser olan Saf Aklın Eleştirisi’nin (1781), Pratik Aklın Eleştirisi’nin (1788) ve Yargı Gücünün Eleştirisi’nin (1790) yazarı olarak biliriz. Fakat Kant tahmin edebileceğimizden çok daha fazla pratik düşünen, eylemi felsefî bir pratik olarak temellendirmek isteyen bir praksis filozofudur. Pratik, ancak güçlü felsefî bir teori ile temellendirildiği oranda iyi bir pratik olabilir.
Bu anlamda Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nde şöyle der: “Öyleyse tüm kavramlar ve onlarla birlikte, ne kadar apriori mümkün olurlarsa olsunlar, tüm temel ilkeler buna rağmen empirik şeye-bakışla, yani mümkün deneyimin verileriyle bağıntılıdır. Bu olmadan onların nesnel geçerliliği olmaz, tersine onlar basit bir oyundur…”[2] Paul Guyer, Kant’ın felsefî ilgisinin öncelikle doğal dünya ile ahlâki dünyanın bir eylem alanı olarak bütünlüğünün nasıl sağlanabileceğini gösteren bir felsefe sistemi ortaya koymak olduğunu söyler. “İnsanın”, diyor Guyer, “doğa yasalarının, ahlâk yasasının ve bunların her ikisinin birbiriyle bağdaşabilir ve işbirliği içinde oldukları bir doğa deneyiminin kaynağı olduğu görüşü Kant’ın felsefesinin özüdür.”[3] Doğal dünyanın edinilerek yaşamı mümkün kılacak, muhafaza edecek ve sürekli iyileştirecek şekilde her bakımdan düzenlenmesi, toplumsal ilişkilerinin ahlâki olarak en iyi düzenlenebilmesinin ontolojik koşuludur.
Kant tahmin edebileceğimizden çok daha fazla pratik düşünen, eylemi felsefî bir pratik olarak temellendirmek isteyen bir praksis filozofudur.
Hegel, kavramın burada söz konusu olan en geniş anlamında Kant’ın felsefesini öncelikle bir ahlâk felsefesi olarak tanımlar. Hatta Hegel bu gözlemini Spinoza’nın, Shaftesbury’nin ve Rousseau’nun felsefelerine genişletir. Şöyle der Hegel: “…onların ruhu erdem ve ahlâki büyüklüğe saygı ile en çok doluydu…”[4] Hegel’in daha 25 yaşlarındayken yaptığı bu gözlem aslında Descartes ve Hobbes’tan beri tüm modern felsefenin nihai ereğidir: İnsanın yeryüzündeki ahlâklılığını temellendirmek. Kant, ortaya koyduğu felsefe sisteminin tanıtlaması olarak geliştirdiği doğa felsefesinin yanında Ahlâkın Metafiziği’nde temellendirdiği hukuk ve erdem öğretisini tüm felsefesinin doruk noktası olarak düşünmüştür. Felsefe sisteminin doruk noktasını oluşturan ahlâkın temellendirmesi, geçekleştirilmiş tutarlı, yani kendi kendisiyle çelişmeyen bir özgürlük halini şart koşmaktadır.
Özgürlük hali, eğer bir taraftan, örneğin Alman anayasasında belirtildiği gibi, ‘insan onuru dokunulmaz’ ise, fakat diğer taraftan insan, yaşamını sürdürmek için zorunlu olarak emeğini ücret karşılığında satmak zorunda kalıyorsa, kendi kendisiyle çelişiyor demektir. Bu durumda ahlâklılığın geçerliliğinin koşulları henüz oluşmamış demektir. Bu çelişki en iyi ifadesini, II. Dünya Savaşı deneyiminden sonra 1948 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde bulur. Bildirgede şöyle denir: “Tüm insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdan sahibidirler; birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.” Burada empirik olarak insanın özgürlük, onurluluk ve haklar bakımından eşit olduğu kabul ediliyor. Her insan, insan olmasından kaynaklı olarak akıl ve vicdan sahibidir. Bunun gereği olarak tüm insanlar birbirleriyle dayanışma içinde olmalıdır. Belirlemenin son kısmı insanların birbirlerine “kardeşlik anlayışıyla” davranmadıklarının, yani potansiyellerine göre ahlâklı davranmadıklarının teslim edilmesi anlamına gelmektedir.

İnsan onuru meta değildir, alınıp satılamaz
Kant’ın birbiriyle yakından ilişkili üç kavramı büyük önem arz etmektedir. Bunlar “özgürlük” (Freiheit), “ebedi barış” (ewiger Frieden) ve “insan onuru” (Menschenwürde) kavramıdır. Bu kavramlar birbirlerini şart koşmaktadırlar. Hepsi öncelikle pratik felsefenin kavramlarıdır ve gerçekleştirilmeyi beklemektedir. Öyleyse Kant’ın kendi çağı için söylediği bizim çağımız için de hâlâ geçerlidir. Çağımız henüz aydınlanmış bir çağ değildir. Filozof kendi çağı için kavramın geniş anlamında, yani insanın kendisinin neden olduğu reşit olmama durumundan çıkış, eş deyişle insanlığın özgürleşmesi anlamında aydınlanmanın başladığı çağ demiştir. Bu anlamda bizim çağımızda hâlâ bir aydınlanma, insanın kendi başına aklını kullanmak için gerekli koşulları sağlamaya devam ettiği çağdır. Çağımız da aydınlanmanın sürdüğü çağdır. Fakat bizim çağımız Kant’ın kendi çağından farklı olarak artık aydınlanmanın başladığı değil, yeni şartlarda ve koşullarda aydınlanmanın yeni tarihsel özneleriyle ve araçlarıyla sürdüğü çağdır.
Kant’ın tüm felsefesinin derinliği ve doruk noktası, insanı onun gözünde “kişi olarak bakıldığında ahlâki-pratik aklın öznesi” yapan insan onurudur. Bu, insanın özüdür, onun tabiri ile bu bakımdan insan homo noumenon olarak alınmalıdır. Eş deyişle insanın özü, ahlâki olması ve bunu gerçekleştirecek pratik bir akla sahip olmasıdır. İnsanın onur sahibi olması, “mutlak bir iç değere” sahip olması onu paha biçilmez yapar. “Fakat insan”, diyor Kant, “ahlâki-pratik bir aklın öznesi olarak bakıldığında tüm fiyatlardan daha yücedir; zira böyle birisi olarak (…) başkalarının, hatta kendisinin amacının aracı olarak değerlendirilemez, aksine insanın kendisi aslında amaç olarak değerlendirilmelidir”, çünkü o, “onur sahibidir”. İnsanın onur sahibi olması, onun hayvan gibi bir araca indirgenemeyeceğini gösterirken, aynı zamanda bir “meta” gibi alınıp satılamayacağına da işaret eder.
Kant’ın kendi çağı için söylediği bizim çağımız için de hâlâ geçerlidir. Çağımız henüz aydınlanmış bir çağ değildir.
İnsanın onur sahibi olması onu şahsına karşı “diğer tüm akıl sahibi olan dünya varlıklarından saygı talep etme” hakkı verir, çünkü onur onu aynı türden olan tüm diğerleri ile “kıyaslama” ve “eşitlik temelinde değerlendirme” olanağı sunar. İnsanın kişiliğinde insanlık, insanı “saygının nesnesi” yapar. Onur kaybedilemeyeceği gibi kırılamaz da. Zira onur başkalarının karşısında “diz çökerek” (kriechend), yaranmaya çalışarak (knechtisch)” elde edilemez. Onur, insanın onurlu olması dolayısıyla daima “kendi ahlâki potansiyelinin yüceliğinin bilinci” ile elde edebilir, çünkü Kant’a göre, özsaygı her şeyden önce “insanın kendi kendisine karşı ödevidir.”[5]
Ahlâklılığın gerçekleşmesi söz konusu olduğunda Kant için büyük mesele modern toplumda her şeyin alınır ve satılır olmasıdır. Her şeyin ticaret nesnesine dönüştüğü bir durumda çürümeyen hiçbir değer ve hiçbir ilişki kalmaz. İnsana değer biçildiği zaman insan hem araçsallaştırılmış hem de alınıp satılan eşyaya dönüştürülmüş olur. Fakat Kant’ın alımlama tarihinde onun ahlâk ile ticaret arasındaki karşılıklı dışlayıcı ilişkiye işaret ettiği çok nadiren dikkate alınır. Onun Ahlâkın Metafiziğinin Temellendirilmesi adlı eserinde analiz ettiği “kesin buyruk” (kategorik imperatif) kavramının içermeleri tartışılır, fakat Kant’ın tam bu bağlamda Ahlâkın Metafiziği’inde insan onuruna fiyat biçilemez deyip ahlâkın gerçekleşmesi ile ilgili ekonomik sorunlarla, yani mülkiyetin paylaşımından kaynaklanan çelişkilerle ilişkilendirmiş olması bir rastlantı değildir. Hegel, Kant’ın ahlâk felsefesinin gerçekleşmesinin koşullarını araştırırken kendisini ekonomik politik üzerine araştırırken bulur.
Marx, 1840’lı yıllarda kaleme aldığı gençlik yazılarında doğrudan “kategorik imperatif”, yani kesin buyruk kavramını kullanarak kendi kesin buyruğunun insanı aşağılayan, insanı köleleştiren tüm ilişkilerin tersine çevrilmesi olduğunu söylüyor. Marx, Das Kapital’de metalaşmış insan ilişkilerinin ayrıntılı bir analizini yapar. Eserinin birinci bölümünün sonunda ulaştığı sonuç doğrudan Kant’ın eleştirel felsefesini ortaya koyduğu eserlerinde temellendirdiği ve Hegel tarafından geliştirilen “özgürlük” kavramına gönderme yapar. Bunu metalaşmış insan ilişkilerinin tersine çevrilmiş hali olabilecek toplumsal ilişkileri betimlemek için yapar. Meta ilişkilerinin şart koştuğu bireysel kişisel emeğin yerini toplumsal emek alır. Aynı şekilde toplumsal yaşamının özgürce sürdürülmesi için üretilen ürün “toplamsal bir üründür”[6]. Bu toplumda emek, ücretli emek olmaktan kurtarıldığı için, yaranma ahlâkının yerini artık insanın onurlu duruşu ve yürüyüşü almıştır.
Kaynakça
Guyer, P., Kant, çev. Deniz Soysal, Say Yayınları, İstanbul, 2022.
Hegel, G.W.F., Frühe Schriften, Werke in zwanzig Bänden, c. 1, yay. Eva Moldenhauer ve Markus Michel, Suhrkamp Verlag, Frankfurt a.M., 1971.
Kant, I., Die Metaphysik der Sitten, Werkausgabe 8, yay. Wilhelm Weischedel, Suhrkamp Verlag, Frankfurt a. M., 1977.
Kant, I., Kritik der reinen Vernunft, yay. Jens Timmermann, Felix-Meiner-Verlag, Hamburg, 1998.
Marx, K., Kapital, c. 1, çev. Alaatin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 2011.
[1] Kant, I., Die Metaphysik der Sitten, Werkausgabe 8, yay. Wilhelm Weischedel, Suhrkamp Verlag, Frankfurt a. M., 1977, s. 569.
[2] Kant, I., Kritik der reinen Vernunft, yay. Jens Timmermann, Felix-Meiner-Verlag, Hamburg, 1998, s. 343 (B298).
[3] Guyer, P., Kant, çev. Deniz Soysal, Say Yayınları, İstanbul, 2022, s. 30.
[4] Hegel, G.W.F., Frühe Schriften, Werke in zwanzig Bänden, c. 1 içinde, yay. Eva Moldenhauer und Markus Michel, Suhrkamp Verlag, Frankfurt a.M., 1971, s. 74.
[5] Kant, Die Metaphysik der Sitten, s. 569.
[6] Marx, K., Kapital, c. 1, çev. Alaatin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 2011, s. 88.

