Maddi değişime değil hitabete dayalı, özgürlüğe değil korkuya dayalı, gönüllülüğe değil zorunluluğa dayalı, insan tasarımına değil doğanın kendiliğindenliğine dayalı bir bilinç inşa edilmek istenmektedir. Mülksüzlerin her an ölümü düşünmesi salık verilmekte, ölüm hayatın anlamının tek ölçüsü haline getirilmekte ve mülksüzler böylece ölümle ve korkuyla hizaya çekilmek istenmektedir.
İnsana dair birçok tanımda bulunabiliriz:
İnsan iki ayak üzerinde dik yürüyen bir varlıktır.
İnsan alet yapan bir varlıktır.
İnsan dili icat eden bir varlıktır.
İnsan türdeşleriyle iş birliği yapan bir varlıktır ve nihayet şunu ekleyebiliriz:
İnsan ölülerini gömen bir varlıktır.
Ölülerini gömmesi insanın uygarlaşmasında ve hayvanlar dünyasından ayrılmasında önemli bir etkendir. Çünkü insan, ölümünün bilincinde olan, bu bilincin gereklerini yerine getiren ve toplumsal bir varlık olduğunu ölülerini gömerek gösteren tek varlıktır.
İnsan bir gün ölecektir ve bu gerçeği bazen en yakınlarında bazen de toplumda görerek ve yaşayarak kavrar, böylelikle ölümü daha derinden tanır. İnsan ölümü yaşayarak kavrar dedik; başkasında görerek yaşar ve başkasında ölümü görerek ölümle yüzleşir. Çünkü ölümle yüzleşmek ölenlere değil yaşayanlara has bir durumdur; ne kadar acı olursa olsun ölen ölmüştür ve sağlara ölümü görmek ve ölümü gömmek kalmıştır. Bu bakımdan ölümle yüzleşmek için dışsal bir etken gerekmez, tanrısal bir otorite gerekmez, ölümü anlatmak gerekmez, ölümün üzerinde tepinmek gerekmez: İnsan ölümlüdür, bunu bilerek ve ölülerini gömerek yaşar.
Peki hâl böyleyse Gassal dizisinin bizi ölümle yüzleştirdiği iddiası ve bu iddiadan insanî idealler türetmek de neyin nesidir?
Bu sorunun yanıtı günümüz sisteminde saklıdır.
Modernitenin kapitalist biçimi, her an yabancılaşma üreten bir makinedir. Emekçi halk sadece maddi olarak değil manevi olarak da yoksullaştırılmaktadır. Emeğine, ürettiği ürüne ve toplumsal varlığına yabancılaştırılmaktadır. Mülksüzlerin duygu dünyası ve anlam evreninin içi boşaltılmakta, mülksüzlerin dünyasal acıların etkisine yönelik sığınağı olarak aile yani en ilkel kandaş örgütlenme çözüm olarak gösterilmektedir. Böylece neoliberalizmin atomizasyonunu dağıtacak ve mülksüzlerin sömürücülere karşı büyük bütünleşmesini sağlayacak kitlesel örgütlenmelerin de önü alınmak istenmektedir.
Bir doğa yasası gibi sunulan kapitalist sistemin “zararlarından”, her an ölebileceğimiz olasılığını aklımızda tutup erdemli ve ahlâklı davranarak kurtulabileceğimiz söylenmektedir. Böylece maddi değişime değil hitabete dayalı, özgürlüğe değil korkuya dayalı, gönüllülüğe değil zorunluluğa dayalı, insan tasarımına değil doğanın kendiliğindenliğine dayalı bir bilinç inşa edilmek istenmektedir. Mülksüzlerin her an ölümü düşünmesi salık verilmekte, ölüm hayatın anlamının tek ölçüsü haline getirilmekte ve mülksüzler böylece ölümle ve korkuyla hizaya çekilmek istenmektedir. Korkutulan insan aşağılanan insandır. Oysa Spinoza’nın dediği gibi “Özgür insan ölümü aklının ucundan bile geçirmez çünkü bilgelik ölümü değil yaşamı düşünmektir.” Spinoza’nın bu görüşü tarihsel olarak özünde demokratik devrimin insan tipine bir çağrıdır. Dünyanın çile doldurma yeri olarak tarif edildiği, “dünya hayatı”nın bayağı olduğu propagandasına dayanan dinsel ideolojiye karşı felsefî olarak yapılacak ilk şey yaşamın değerli olduğu, insanın da bu yaşamda “insanca” yaşamaya layık olduğu bilincinin işlenmesidir. Bu nedenle kıymetli olan, ölçüt olan, yol gösterici olan ve güzelleştirilecek olan ölüm değil yaşamdır. Ölüm, yaşamı değerli kılmaz; aksine bir kenara atar, ihmal eder. Yaşamı değerli kılan şey insanın özgürleşme eylemidir; ölüm korkusu değildir, boyun eğme değildir. Yaşamı değerli kılan mutluluğun “bu dünya”da elbirliğiyle yaratılabileceği, zorunlu çalışmanın ortadan kaldırılabileceği, sınıfsız bir toplumun maddi koşullarının olduğu ve umudun da buradan türetilebileceği gerçeğidir.
İnsanî idealleri zenginleştirmek ve çoğaltmak ancak yaşamı yücelterek mümkündür.