Yaz ayları geldiğinde, Akdeniz Havzası’ndaki pek çok ülkenin gündemine aynı görüntüler düşer: alevler içinde ormanlar, dumanla kaplı dağlar ve kül olmuş vadiler. Bu bölgede her yıl on binlerce hektar doğal alan, orman yangınlarından etkilenir. Görünürde sadece yıkım vardır; bu yüzden yangınlar genellikle doğal ekosistemlerin başlıca düşmanlarından biri olarak algılanır. Oysa gerçek, bu manzaralardan çok daha karmaşıktır.
Çağatay Tavşanoğlu
Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Ekoloji Anabilim Dalı
Akdeniz Havzası, milyonlarca yıldır yangınla iç içe evrimleşmiş bir coğrafyadır. Bu bölgedeki bitki ve hayvan türlerinin büyük çoğunluğu, yangına karşı belirgin uyarlanmalar geliştirmiştir. Yangın, bu habitatlarda tesadüfi bir felaket değil; tıpkı kuraklık, otlatma veya toprak kayması gibi, doğanın işleyişinde var olan bir ekolojik etken olarak bulunmaktadır. Bu doğrultuda, Akdeniz orman ve çalılıklarının, milyonlarca yıldır yangınla uyum içinde varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.
Bu doğrultuda, Akdeniz orman ve çalılıklarının, milyonlarca yıldır yangınla uyum içinde varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.
Bitki türleri, bu uzun tarihsel süreçte yangın karşısında ayakta kalabilmek ve sonrasında yeniden yeşerebilmek için çeşitli stratejiler geliştirmiştir. Bazı türler, yangın sırasında toprak üstündeki kısımları yanmasına rağmen, yer altında korunan tomurcuklarından hızla yeniden sürgün verir. Bu karakter, yeniden sürgün verme olarak adlandırılır ve özellikle maki vejetasyonunu oluşturan bitkiler arasında yaygındır. Bazı ağaç türleri ise, örneğin kızılçam (Pinus brutia), kozalaklarını yıllarca kapalı tutar. Bu kozalaklar yalnızca yangının yüksek sıcaklığıyla açılır ve içlerindeki tohumları, artık rakip bitkilerin olmadığı, besince zenginleşmiş ve ışık açısından avantajlı toprağa bırakır.
Çiçeklenmenin artması, arı, kelebek, sinek gibi tozlayıcı böceklerin çeşitliliğini ve bolluğunu da artırır. Bu da bitki üremesini destekleyerek, yangına uyarlanmış bu türlerin genetik çeşitliliğini sürdürmesini destekler.
Daha da ilginç olanı, bazı toprak altı organlara sahip geofit bitkilerin, yıllarca uykuda bekledikten sonra yalnızca yangın sonrası koşullarda çiçeklenmesidir. Yangınla birlikte açığa çıkan duman veya azot oksitler gibi bazı kimyasal uyarılar, bu bitkiler için adeta bir “uyan” sinyalidir. Toprakta, tohum bankasında tohum olarak uyku halinde bekleyen bazı türler ise, yangında ortaya çıkan ısı veya dumanla uyku hallerinden uyanırlar ve çimlenerek yeni nesiller oluştururlar. Bu uyarlanma, Akdeniz bitki topluluklarında oldukça yaygındır ve bu habitatlarda bulunan bitkilerin yangınla başa çıkmak için yeniden sürgün vermeden sonraki en karakteristik özelliğidir.
Daha da ilginç olanı, bazı toprak altı organlara sahip geofit bitkilerin, yıllarca uykuda bekledikten sonra yalnızca yangın sonrası koşullarda çiçeklenmesidir.
Tüm bu süreçler, Akdeniz ekosistemlerinde otosüksesyon adı verilen bir yenilenme mekanizmasının temelini oluşturur. Otosüksesyon, yangın gibi bir müdahale etkeninden sonra alanda ortaya çıkan yeni bitki örtüsünün, temel olarak yangından önce alanda zaten bulunan türlerden oluşması anlamına gelir. Bu, volkanik patlamalar, buzul geri çekilmeleri veya toprak kaymaları gibi diğer doğal müdahalelerden sonra gerçekleşen birincil ve ikincil süksesyon süreçlerinden farklıdır. Burada dışarıdan tür girişi sınırlıdır ve yangın, bu gibi alanlarda adeta gizlenmiş olarak bulunan bir yaşam arşivini yeniden harekete geçirir.
Hayvanlar da yangına karşı çeşitli stratejiler geliştirmiştir. Yangın sırasında dumanın yönünü algılayarak kaçan memeliler, kayaların altına gizlenen sürüngenler, toprak altına inerek kurtulan çok sayıda organizma yangını canlı atlatmanın yollarını bulmuştur. Dahası, bazı böcek türleri yangını bir tehdit değil, bir fırsat olarak da görmektedir. Örneğin bazı odun zararlısı böceklerin özel duman detektörleri vardır. Bu böcekler, kilometrelerce öteden dumanı algılayarak yangın alanına uçar, burada çiftleşir ve yumurtalarını yanmış odunlara bırakır. Bu türlerin yaşam döngüleri, yangına doğrudan bağlıdır.
Yangın sonrasında kapalı orman ya da çalılık örtüsünden kurtularak açıklık haline gelmiş alanlar, özellikle tozlayıcı böcekler için uygun bir yaşam ortamı sunmaktadır.
Yangın sonrası alanlar, yalnızca tür sayısı bakımından değil, biyolojik çeşitliliğin diğer bileşenleri açısından da dikkat çekicidir. Yangın sonrasında kapalı orman ya da çalılık örtüsünden kurtularak açıklık haline gelmiş alanlar, özellikle tozlayıcı böcekler için uygun bir yaşam ortamı sunmaktadır. Çiçeklenmenin artması, arı, kelebek, sinek gibi tozlayıcı böceklerin çeşitliliğini ve bolluğunu da artırır. Bu da bitki üremesini destekleyerek, yangına uyarlanmış bu türlerin genetik çeşitliliğini sürdürmesini destekler. Yangın sonrası alanlar, bu açıdan yalnızca tür zenginliği açısından değil, aynı zamanda evrimsel süreçlerin işlerliğini koruma açısından da kritik öneme sahiptir.
Akdeniz ekosistemleri gibi milyonlarca yıldır yangına maruz kalan yerlerde yapılabilecek en iyi onarım yöntemi, çoğu zaman hiçbir şey yapmamaktır.
Ne var ki, bilim dünyasında ve kamuoyunda yangın sonrası biyoçeşitliliğin olumsuz etkilendiği yönünde yaygın bir kanı vardır. Bu nedenle, yangın alanları çoğu zaman bilimsel araştırmaların dışında kalmakta, yalnızca yangın ekolojisiyle ilgilenen uzmanlar tarafından çalışılmaktadır. Bu bilgi eksikliği, yanlış yönetim kararlarına ve özellikle yangın sonrası yapılan hatalı restorasyon projelerine zemin hazırlamaktadır. Oysa yangın sonrası doğal yenilenme süreci, doğanın kendi iç dinamiklerine bırakıldığında en sağlıklı şekilde işler. Akdeniz ekosistemleri gibi milyonlarca yıldır yangına maruz kalan yerlerde yapılabilecek en iyi onarım yöntemi, çoğu zaman hiçbir şey yapmamaktır. İnsan müdahalesi, çoğu zaman bu hassas süreci “yok olan ekosistemi yerine getirmek” adına kesintiye uğratır. Özellikle agresif ağaçlandırma çalışmaları, alanların çalı formasyonlarını bastırarak ve topraktaki bitki ve hayvan çeşitliliğini olumsuz etkileyerek habitat yapısını geri dönülmez şekilde değiştirmektedir.
Oysa yangın sonrası doğal yenilenme süreci, doğanın kendi iç dinamiklerine bırakıldığında en sağlıklı şekilde işler.
Ancak bu doğal yenilenme döngüsünün sürdürülebilirliği de günümüzde ciddi seviyede tehdit altındadır. İklim değişikliği nedeniyle yaz ayları daha kurak geçmekte, tohumlar çimlense bile genç fidelerin hayatta kalması zorlaşabilmektedir. Ayrıca, yangın sırasında canlıların kaçabildiği sığınak habitatların insan tarafından gerçekleştirilen habitat kaybı ve parçalanması sebebiyle azalması, hayvanların bu alanlara sığınarak yangın sonrası yenilenme gerçekleştikçe yanmış alanlara geri dönmesini güçleştirmektedir. Dolayısıyla habitat parçalanması, karayolu şebekesi, yerleşim baskısı ve kıyıya yakın kesimlerde artan arazi kullanımı, yangın sonrası peyzajın eskisi gibi toparlanmasını engellemektedir. Bu tehditlerin varlığına karşın, yangına uyarlanmış türlerin günümüzün hızlı değişen çevresel koşullarına nasıl tepki vereceğini ise hâlâ yeterince bilmiyoruz. Bu konudaki bilimsel araştırmaların sayısı sınırlı; özellikle Türkiye gibi yangın geçmişi uzun ama çalışmaların az olduğu ülkelerde bilgi eksikliği daha da belirgin. Bu yüzden, yangın sonrası habitatların korunması kadar, bilimsel olarak anlaşılması da gereklidir.
Ayrıca, yangın sırasında canlıların kaçabildiği sığınak habitatların insan tarafından gerçekleştirilen habitat kaybı ve parçalanması sebebiyle azalması, hayvanların bu alanlara sığınarak yangın sonrası yenilenme gerçekleştikçe yanmış alanlara geri dönmesini güçleştirmektedir.
Sonuç olarak, yangın sonrası biyoçeşitlilik artışı, milyonlarca yıllık evrimsel bir mirasın ürünüdür ve bu miras bize Akdeniz doğasına özgü eşsiz bir zenginlik sunmaktadır. Ancak bu zenginlikten gerçek anlamda faydalanabilmemiz için, yangın sonrası alanları yalnızca rehabilite edilmesi gereken bozulmuş sahalar olarak değil, birer doğal laboratuvar ve koruma önceliğine sahip alanlar olarak görmemiz gerekir. Ateşin ardında yaşam varsa, bu yaşamı tanımanın, anlamanın ve korumanın da bizim sorumluluğumuz olduğunu unutmamamız gerekir.

