Dünya huzursuz. Daha iyiye gidilebilmesi, yıkıcı savaşlar yerine farklı kültürlerin birbirini daha iyi anladığı barışçıl bir dünya yaratılabilmesi ve temel insan haklarının sözde kalmayıp daha yaygın bir kitleye ulaşabilmesi için etik ilkelerin daha güçlü bir şekilde gündeme gelmesi gerekiyor. Sorunların çözümü için yeni bir yol ya da yönteme ihtiyaç var.
Etiğin doğuşu ve hukuk
Ahlak felsefesi de denilen “etik”, Yunanca karakter veya kişilik gibi anlamları olan “ethos” sözcüğünden türetilmiştir. İnsan davranışlarının toplumu ve doğayı nasıl etkileyeceğini değerlendirir. Ahlaki açıdan neyin “iyi” ya da “kötü”, neyin “doğru” ya da “yanlış” olduğuna dair normlar koyar. Çok defa ahlak içinde değerlendirilse de etik ahlaktan çok daha fazlasıdır. Farklı toplum ve kültürlerde gelenek ve inançlara göre farklı yorumlara sahip olabilen ahlak sistemleri ile ilgilenmez. Bütün bunların üzerinde, tüm insanları ve toplum yaşantısını kapsayan evrensel kurallar sunar. Bir kavram olarak düşünülmesi ve tartışılması muhtemelen modern insanın gezegenimizde belirmeye başladığı 50 bin yıl öncesine dayanır. Bilişsel işlevleri gelişmiş, el ve dil becerisi ile diğer canlılardan daha üstün özellikler sergileyen insanlar kendi aralarındaki sosyal iletişimi artırdıkça davranışlarının olumlu ve olumsuz sonuçlarını değerlendirmiş olmalılar.
Tarım devrimi ile avcı toplayıcılıktan yerleşik düzene geçen ve daha kalabalık gruplar halinde yaşamaya başlayan insanların toplum yaşantısını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmek için kurallara ve denetime ihtiyaçları oldu. Böylece “hukuk” ortaya çıktı. M.Ö. 3000’de eski Mısır’da yazılı tarihin ilk yasaları görüldü. Onu M.Ö. 2200’de Sümer Kralı Ur-Nammu’nun ve M.Ö. 1760’ta Babil Kralı Hammurabi’nin koyduğu yasalar izledi. Antik çağda, Sokrat ve Eflatun gibi Yunan filozofları ile Konfüçyüs ve Gotama Buda gibi uzak doğulu filozoflar günümüze kadar ulaşan etik ilkelerin temelini attılar. Felsefenin yanı sıra sosyoloji, psikoloji, antropoloji, iletişim, hukuk ve davranışsal nörobilim gibi disiplinler etik ilkelerin geçmişten geleceğe taşınması ve gelişimi ile ilgilenmiştir.

Zorluklara rağmen dünyaya tutunan insan
İnsanlar gelişmiş beyinleri sayesinde bilgi üretebilen ve bunu işleyebilen canlılardır. Bu işi soru sorarak yaparlar. İnsanın üzerinde yaşadığı dünyaya ve kendisine yönelik sorulara verdiği geçerli yanıtlar ile “bilim” ortaya çıktı. Bilim sorulara yanıt vermekle kalmadı; elde edilen “bilimsel bilgi” insanın sağ kalımını kolaylaştırıp konforunu artırırken onu yaşadığı gezegene hükmetme çabası içine de soktu. Tarım devrimi ile ortaya çıkan üretim ve ticaret “ekonomi”, toplulukları yönetmek için geliştirilen stratejiler ise “siyaset” kavramına dönüştü.
İnsanlar gelişmiş beyinleri sayesinde bilgi üretebilen ve bunu işleyebilen canlılardır. Bu işi soru sorarak yaparlar.
Mülkiyetin önem kazanması, dinlerin toplum yaşantısına katılması, güçlü olanın daha fazlasına sahip olma çabası toplumsal yaşamı karmaşıklaştırdı. Hep daha fazlası için acımasız savaşlar yapıldı. Salgın hastalıklar ve kıtlıklar savaşlarla birlikte milyonlarca insanın kitleler halinde ölümüne neden oldu. Buna rağmen insan dünyaya tutundu ve türünü sürdürmeye devam etti.
Etik zemin: İnsan Hakları Evrensel Bildirisi
On sekizinci yüzyıldan itibaren sanayi devrimi gerçekleşti. Büyük imparatorluklar yerini ulus devletlere bıraktı. Öldürücü birçok hastalık ve çocuk ölümleri kontrol altına alındı. Nüfus artmaya başladı. Öyle ki, 20. yüzyılın iki büyük dünya savaşına ve iki savaş arasında kitlesel ölümlere yol açan influenza salgınına rağmen dünya nüfusu 1940’larda iki milyarı geçmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında daha huzurlu ve güvenli bir dünya için Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi[1] yayınlandı ve kabul edildi. Otuz maddelik bildiri tüm dünyada yaşayan insanların eşit ve özgür bireyler olduğunu, hukuk, güvenlik, eğitim ve sağlık konularında eşit haklara sahip olduğunu ilan eden etik bir manifesto niteliğindedir. Bu bildirge ile bir yerde modern dünyada siyaset, bilim ve adaletin etik zeminde uyması gereken temel ilkeler ifade edilmiştir.
Cahilleşen ve yoksullaşan insan
Yeni milenyuma kadar soğuk savaş gölgesi altında olsa da bilimsel alanda önemli çalışmalar yapıldı. Demokrasi ve insan hakları yaygınlaştırılmaya ve geliştirilmeye çalışıldı. Bilimsel gelişmeler ile uzay ve ötesi keşfedilmeye başladı. Sağlık bilimlerindeki gelişmelerle insan ömrü gelişmiş ülkelerde 70 yaşı geçti ve bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler dijital devrim ile sonuçlandı.
Ticarileşme kitlelerin ulaştığı sağlık hizmetinin kalitesini düşürürken, adil bir fırsat eşitliğine dayalı eğitim giderek zorlaşmaya başladı.
Yeni milenyum başlarken Sovyetler Birliği’nin dağılması ile kapitalizm ve neo-liberalizm öne çıktı. “Küreselleşme” denilen farklı dil, din, kültür ve coğrafyaya sahip toplumları ortak bir paydada buluşturma ve uzlaştırmayı amaçlayarak yola çıkan akım, uzlaşmayı ticarileşme üzerinden sağladı. Böylece “sosyal devlet” anlayışı zayıflayarak yerini “şirket devlet” anlayışına bırakmaya başladı. Ticarileşme kitlelerin ulaştığı sağlık hizmetinin kalitesini düşürürken, adil bir fırsat eşitliğine dayalı eğitim giderek zorlaşmaya başladı. Sivil toplum örgütleri bile asli görevleri olan topluma karşılıksız hizmet ilkesinden vaz geçerek şirketleşmeye yöneldiler. Tarım ve özellikle endüstri devrimi sonrası ön planda olan üretim yerini tüketimin cazibesine terk etti. Geniş toplum kitleleri her alanda tüketim için teşvik edilirken sistemde her gelir düzeyine uygun tüketilebilecek bir ürün sunuldu. Milenyumun ilk çeyreği biterken yaygınlaşan eğitime rağmen tatmin edici iş bulma şansı giderek azalan ve cahilleşen, gelişen teknolojiyi elindeki akıllı telefondan izlese de teknolojik ürünlerin nimetlerinden yeterince yararlanamayan ve yoksullaşan insan sayısı artıyor.
Cehalet yönetimi ve cehalet bilimi
Bu karamsar tablo dünyadaki her ülke için aynı ölçüde geçerli değil. Küreselleşme edebiyatına rağmen ulus devletler hala tarih sahnesindeki yerini güçlü bir şekilde koruyor. Daha güçlü olanlar dünya ekonomisini ve siyasetini yönlendiriyorlar. Güçlerini bilimsel bilgi üreterek bunu teknolojiye dönüştürüp ekonomilerine katma değer yaratmaktan alıyor ve cehaleti yönetiyorlar.
Yaptığı keşfi tüm insanlığın ortak malı olarak gören ya da bilimi ün ve para kazanmanın bir aracı olarak görmeyen idealist bilimcilerin sayısı azalırken, sistemde daha ticari düşünen bilimciler arttı.
Yeni milenyuma girerken Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Almanya, Japonya, Güney Kore, Çin ve Rusya gibi ülkeler yeni bin yıl için planlarını ve hedeflerini açıkladılar. Bazı farklılıklar olsa da hepsinin ortak hedefi bilimi kullanarak kalkınmaydı. Bugün adı geçen ülkelerin hedefleri doğrultusunda emin adımlarla ilerlediklerini görüyoruz. Bilimsel gelişime ayak uyduramayan ve yeni bilgi üretiminde çağı yakalayamayanların ise zamanla daha da yoksullaşacağını ve birçok yenilikten mahrum kalacağını öngörmek mümkün. Yaptığı keşfi tüm insanlığın ortak malı olarak gören ya da bilimi ün ve para kazanmanın bir aracı olarak görmeyen idealist bilimcilerin sayısı azalırken, sistemde daha ticari düşünen bilimciler arttı. Bunların bazıları cehalet bilimi (agnotoloji)[2] yaparak bilimi toplumun algısını kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmek için kullanıyor. Yeni geliştirilen biyoteknolojik ilaçlara insan hakları çerçevesinde herkesin eşit bir biçimde ulaşması mümkün görünmüyor. Covid-19 salgınında gelişmiş ülkelerde bile herkes tedavi ve bakım hizmetlerine eşit şekilde erişemedi. Birçok az gelişmiş ülkeye yeterli aşı ulaşamazken Kanada gibi zengin ülkelerin nüfusundan daha fazla aşı stoklamaya gittiği görüldü.
Zor bir dünya
Dünya tarihi boyunca insanın en eğitimli olduğu, en barışçıl ve gıdanın en bol olduğu bir süreçteyiz. Öyle ki, artık genel bir açlık sorunu yok, aksine obezite ile uğraşıyoruz. Nüfus 80 yılda 2 milyardan 8 milyara çıkarak dört misli arttı. Temel sorun, kaynaklara erişim için gerekli gelirin çok büyük bir kısmına nüfusun çok küçük bir kısmının sahip olması ve gelir dağılımındaki dengesizliğin her geçen gün biraz daha artması. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde yer alan pek çok ilke görmezden geliniyor ya da yok sayılıyor. Bilim ve siyaset çözüm sağlayacak yeni bir model arayışında; bu gerçekleşmez ise gelecek kuşakları daha zor bir dünya bekliyor. Toplumsal yaşamın daha sağlıklı ve huzurlu olabilmesi için siyaset, bilim, hukuk ve medyaya büyük görev düşüyor. Bu alanların toplum yararına karşılıklı bir iş birliği içinde çalışabilmesi ise ancak etik değerlerin daha çok önemsenmesi ile mümkün olabilir.
Etik ve bilimin tamlık ilkesi
Bilim, vicdan, güven ve etik gibi bazı kavramlar tamlık ilkesi ile işler. Var olabilmeleri ancak tam olmaları ile mümkündür. Tam olmadıklarında içi boşalır ve sadece şekilsel olarak var olurlar. Bilim size yeterli kanıt olmadığından temkinli davranmanız gerektiğini söylüyorsa kesin konuşamazsınız. Kısmen vicdanlı olamazsınız. Etik değerler de duruma göre veya kısmen uygulanamaz. Eyleminiz ya etiktir, ya da değildir. Etik ve bilimin bu tamlık ilkesi demokrasinin, toplumsal uzlaşmanın, adil bir toplum yönetiminin ve insan olarak haklarınızın korunmasının sigortasıdır; toplumun gelişim motorudur. Etik aynı zamanda bilimin, hukukun, medyanın ve siyasetin omurgasıdır. Bunlar etik zeminde çalışmıyorsa omurgasını kaybeder ve dik duramazlar. Bunun toplum tarafından ödenen ağır bedelleri olur. Tamlık ölçütleri içinde benimsenmiş bir etik yoksa demokrasi, insan hakları, adalet ve sağlıklı toplumsal yaşam güçleşir. Baskı, yoksulluk ve toplumsal travma ortaya çıkar.
Bilim, vicdan, güven ve etik gibi bazı kavramlar tamlık ilkesi ile işler. Var olabilmeleri ancak tam olmaları ile mümkündür.
Etikten uzaklaşmanın bedeli
Etik bilim insanını, yargıyı ve medyayı siyasi ideolojilerden arındırarak tarafsız ve aynı zamanda doğal muhalif yapar. Siyaset üstü bir konuma taşır. Toplumu yönetme yani yürütme yetkisi siyasetçilerdedir. Siyaset yapanlar belli ideolojilere dayandıkları için her daim tarafsız olmaları beklenemez.

Siyasi etikten de söz etmek mümkündür, bununla beraber bilim, hukuk ve medya etik zeminde görevini yapıyorsa siyaset ister istemez etik sınırlar içinde çalışmak zorunda kalır. Siyaseti toplum yararına hizmet odaklı çalıştırabilmenin yolu bu denetleyici roldür. Medya topluma gerçekleri sunarak haber alma özgürlüğünü sağlarken tarafsız olmak, gerçekleri gizlememek zorundadır. Etikten uzaklaşan medya George Orwell’in dediği gibi algı yönetimine yönelik halkla ilişkiler faaliyeti yürütür. Etikten uzaklaşan hukuk adaleti sağlayamaz, insan haklarından uzaklaşır ve siyaseti denetleme işlevi zayıflar. Etikten uzaklaşma gerek medya gerekse hukukun popülist siyasete karşı bağışıklığını azaltır ve kirlenmesini kolaylaştırır. Bunun farkında olan gelişmiş ülkeler hukuku etik zeminde tutmak için çaba sarf ederler. Hukuktaki gerileme aynı zamanda toplum içindeki eşitliği, gelir dağılımını ve güvenliği de olumsuz yönde etkiler, toplumu az gelişmiş ya da gelişmemiş kategorisine yönlendirir.
Nitelikli bilim ve etik garantisi
Bilim, doğru düşünme ve sistematik olarak bilgi edinme sürecidir. Bilimin amacı, evrende doğru bilgiyi yanlış bilgiden ayırarak onu sistemli bir şekilde insan ve insanlık yararını gözeterek değerlendirmektir. Böylece düşüncede, toplumda ve dünyada düzen yaratarak kişiden kişiye değişebilen yargı ve tercihler yerine tarafsız ve sağlıklı ölçütler getirmeye çalışır. Nitelikli bilim 21. yüzyılın en kıymetli madeni olan bilimsel bilgiyi üretmenize ve işlemenize olanak sağlar. Üniversite sistemine, akıllı ve çalışkan akademisyenlere, fiziki mekânlara ve aletlere sahip olmak kuşkusuz bilimsel bilgi üretebilmek için çok önemlidir; ancak yeterli değildir. Bunların uygun bir iklimde uyumlu bir şekilde çalışması gerekir. Nitelikli bilim ancak uygun bir bilimsel iklimde yapılabilir. Uygun bilimsel iklimin oluşması için bilimsel özerklik, tarafsız ve adil bir hukuk sistemi, liyakatle oluşturulmuş akademik kadrolar ve liyakatli emeğin takdiri gerekir. Bunların sağlanmadığı bir ortamda üniversitelere, akademisyenlere ve aletlere sahip olmak fazla bir anlam ifade etmez. Bilimsel özerklik, adalet ve liyakat uygun bilimsel iklim için olmazsa olmaz üç kavram iken, her üç kavramın çimentosu etiktir. Etik tarafsız bir yargının, bilimsel çalışmaların özgürce yürütülebilmesinin ve liyakatli akademisyen emeğinin takdir edilmesinin garantisidir.
Bilimden ve felsefeden koparılan teknoloji
Yirmi birinci yüzyılda bilimsel bilginin teknolojiye dönüşümünde büyük bir sıçrama yaşandı. Bu üretim ve konfor bakımından iyi bir şey olsa da teknolojinin bilimin önüne geçmesine yol açtı. Bilim insanının bireysel emeği ürettiği katma değer kadar dikkate alınmıyor. Akademisyenler üniversitelerde taşeronlaşırken, bilimsel saygınlık toplumdaki önemini yitiriyor.
İnsan sağlığı ekonomi üzerinden ve maliyet hesabı yapılarak değerlendirilirken, gen teknolojisi gibi biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilmiş ilaçlar o kadar pahalı ki bunlara ulaşabilmek için yardım kampanyaları düzenleniyor.
Teknoloji ile bilim aynı şeymiş gibi değerlendiriliyor. Ancak bilim teknolojiden çok daha fazlasıdır. Tek kutuplu bir dünyada neoliberal kapitalist sistemin abartılı ticari dayatmaları ve etikten uzaklaşma bilimi felsefesinden kopararak insanlık yararına çalışan bir öğreti olmaktan uzaklaştırıp ticari bir metaya dönüştürüyor. Felsefesinden ve etik değerlerden uzaklaşan bilim toplumsal sorunlara çözüm üretme bağlamında yetersiz kalır. Günümüzde eğitimin yanı sıra bilimin de giderek ticarileştiğini görüyoruz. Bilimsel bilgiyi üretmenin doğal olarak bir bedeli var ve elbette bilimsel üretimin bir ticari değeri olmalı. Burada vurgulamak istediğimiz bilimsel bilgi ve üretim ile sağlanan refah ve birikimin toplumda insan haklarına uygun, mümkün olan en adil plan ile paylaştırılabilmesinin giderek güçleşmesidir. En azından eğitim ve nitelikli sağlık hizmetine insanların eşit bir şekilde ve rahatça ulaşamamasıdır. Bilim modern tedavi olanakları sunuyor, ancak insanlar buna rahatça ulaşmakta güçlük yaşıyor. İnsan sağlığı ekonomi üzerinden ve maliyet hesabı yapılarak değerlendirilirken, gen teknolojisi gibi biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilmiş ilaçlar o kadar pahalı ki bunlara ulaşabilmek için yardım kampanyaları düzenleniyor. Hâlbuki yaşamsal öneme sahip ilaçlara ulaşım temel bir insan hakkı.

Özgün duruşundan uzaklaşan akademisyenlik
Günümüzde bilim etiği daha çok yöntem ve yayın düzeyinde tartışılıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan, ardından Avrupa Birliği’nde de benimsenen ve tüm dünyaya yayılan “yayınla ya da yok ol” yaklaşımı dijital devrimle birleştiğinde bilimsel makaleleri yayınlayan dergilerin sayısında ve yayınlarda bir patlamaya yol açtı. Bu yayınların ne kadarının nitelikli olduğu ise tartışmalı. Şeklen bilimsel görünen ancak evrensel bilime katkısı kısıtlı yayınların sayısında ciddi bir artış var. Sahte bilimsel dergiler türedi. Sipariş ile doktora tezi yazdırılabiliyor. Bilimciler arasında da yayın ve atıf sayısını artırma odaklı iş birliği giderek yaygınlaşıyor. Dünyaca ünlü bilim dergisi Nature’da 2018 yılında yayınlanan bir makalede her beş günde bir makale yayınlayabilen binlerce bilimciden söz ediliyor.[3] Yayın ve atıf sayısı oldukça fazla, ancak çalıştığı özgül konu net olmayan, hangi bilimsel soruya yanıt aradığı belirsiz “saygın” bilimciler var. Akademisyenlik de özgün duruşundan uzaklaşan bir yaşam biçimine dönüşüyor. Tabii ki bu saptamaları genellemek mümkün değil, ancak bir erozyonun başladığı açık.
Huzursuz dünya için çözüm
Yirmi birinci yüzyılda dünya insan konforu ve teknoloji bakımından hızla gelişmeye devam etse de geniş kitlelerin bağımlılık, cehalet, özgürlüklerin kısıtlanması ve adaleti sağlayamayan hukuk sistemi gibi birçok sıkıntısı var. Dünyadaki gelir dağılımında ciddi bir dengesizlik söz konusu ve nüfusla birlikte yoksul insan sayısı giderek artıyor. Kısacası dünya huzursuz. Daha iyiye gidilebilmesi, yıkıcı savaşlar yerine farklı kültürlerin birbirini daha iyi anladığı barışçıl bir dünya yaratılabilmesi ve temel insan haklarının sözde kalmayıp daha yaygın bir kitleye ulaşabilmesi için etik ilkelerin daha güçlü bir şekilde gündeme gelmesi gerekiyor. Sorunların çözümü için yeni bir yol ya da yönteme ihtiyaç var. Çözüm için felsefesinden kopmamış, etik zeminde çalışabilen bilim, adalet ve medya şart.
[1] Aybay R. Açıklamalı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi. Türkiye Barolar Birliği Yayınları: 113, Ankara, 2006.
[2] Uzbay T. Cehalet Bilimi – Küresel Zekâ Algınızı Nasıl Yönetiyor? Destek Yayınları, İstanbul, 2019.
[3] Ioannidis JPA ve ark., Nature, 561: 167-169, 2018.

